Muhacir Nerenin Göçmeni? Güç, Kimlik ve Vatandaşlık Üzerine Siyasal Bir Okuma
Bir siyaset bilimci olarak, toplumları şekillendiren güç ilişkilerini anlamaya çalışırken fark ettiğim bir gerçek var: Her göç, yalnızca yer değiştirme değil; iktidar ilişkilerinin yeniden tanımlanmasıdır. “Muhacir nerenin göçmeni?” sorusu da tam olarak bu bağlamda önemlidir. Çünkü bu soru, sadece coğrafi bir kökeni değil, aynı zamanda devletin, kimliğin ve aidiyetin nasıl inşa edildiğini sorgular.
Tarih boyunca muhacir kavramı, iktidarın dilinde, ideolojinin hizmetinde ve vatandaşlığın sınırlarında yeniden anlam kazanmıştır. Peki, kimdir bu muhacir? Nereden gelir, nereye aittir? Ve en önemlisi, bir toplumun siyasal yapısında hangi rolü üstlenir?
Muhacir Kimdir? Siyaset Biliminde Bir Kavramın Dönüşümü
“Muhacir” kelimesi Arapça kökenlidir; “hicret eden”, yani “göç eden” anlamına gelir. Osmanlı döneminden itibaren bu terim, imparatorluğun sınırları dışına itilmiş Müslüman toplulukları tanımlamak için kullanılmıştır.
19. yüzyılın sonlarında Balkanlar, Kafkasya ve Ege bölgelerinden gelen milyonlarca insan, Osmanlı topraklarına sığınmış ve “muhacir” kimliğiyle anılmıştır.
Ancak bu kimlik sadece coğrafi bir etiket değildir; o aynı zamanda bir siyasal statüdür. Devletin koruması altına alınan, ancak yeni toplumda “yerleşik vatandaş” olma sürecinde mücadele eden bir statü… Bu açıdan muhacir, hem devletin şefkatini hem de onun kontrol mekanizmalarını aynı anda deneyimlemiştir.
İktidar, Kurumlar ve Muhacir Kimliğinin İnşası
Bir toplumda göçmen kimliğinin nasıl tanımlandığı, doğrudan iktidar yapısının karakterini yansıtır. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde muhacirler, devletin modernleşme ve homojenleştirme politikalarının merkezinde yer aldı. İktidar, muhacirleri hem “sadık vatandaşlar” hem de “potansiyel uyum sorunları” olarak gördü. Bu ikili bakış, toplumsal düzenin siyasal bir stratejiyle yeniden kurgulandığını gösterir.
Kurumlar düzeyinde ise göç politikaları, vatandaşlık rejimiyle doğrudan bağlantılıydı. Cumhuriyet’in erken döneminde uygulanan iskân politikaları, yalnızca barınma ve geçimle ilgili değil, aynı zamanda ideolojik bir mühendislik projesiydi. Muhacir aileler belirli bölgelere yerleştiriliyor, eğitim ve üretim yoluyla “yeni yurttaşlık bilinci” kazandırılmaya çalışılıyordu.
Bu süreçte devletin paternalist (baba otoritesi) yaklaşımı belirgindi: Devlet, “koruyan” ve “rehberlik eden” bir güç olarak görülürken, muhacir topluluklar “teşekkür borçlu” vatandaşlar olarak konumlandırıldı. Bu durum, göçmen kimliğini pasif bir toplumsal kategoriye indirgerken, siyasal katılımın sınırlarını da belirledi.
İdeoloji, Cinsiyet ve Güç Dengesi
Siyasal analizde gözden kaçmaması gereken önemli bir boyut da toplumsal cinsiyettir. Erkeklerin ve kadınların göç sürecine dair bakış açıları, iktidar ilişkilerini anlamada belirleyici rol oynar.
Erkekler, tarih boyunca göçü stratejik bir eylem olarak görmüştür — yeni topraklarda güç kazanma, ekonomik fırsatlar yaratma ve soyun devamını sağlama çabası. Bu bakış açısı, siyaset biliminin klasik “güç” tanımıyla örtüşür.
Kadınlar ise göçü çoğu zaman toplumsal etkileşim ve demokratik katılım boyutuyla deneyimler. Yeni topluma uyum sağlama, çocukların eğitimini destekleme ve kültürel geçişleri yumuşatma noktasında aktif bir rol üstlenirler.
Bu bağlamda kadınlar, siyasal süreçlerin görünmeyen ama dönüştürücü aktörleridir. Göçmen topluluklarda kadınların dayanışma ağları, devletin formel kurumlarından çok daha etkili sosyal örgütlenme biçimleri yaratmıştır.
Vatandaşlık ve Aidiyet: Sınırların Ötesinde Bir Kimlik
Bir devletin vatandaşlık anlayışı, kimleri “bizden”, kimleri “öteki” saydığıyla ilgilidir. Muhacir kimliği, bu sınırların ne kadar geçirgen veya katı olduğunu gösteren bir aynadır.
Cumhuriyet’in ulus inşa sürecinde, muhacirler “Türkleştirme” politikalarının hedefinde değil, bir parçasıydı. Çünkü onlar “Müslüman ve kardeş” olarak kabul ediliyor, dolayısıyla ulusal kimliğin yeniden inşasında araçsallaştırılıyorlardı.
Yine de bu kimlik, tam anlamıyla eşit bir vatandaşlık deneyimi sunmadı. Toplumsal kabul, resmî vatandaşlıktan daha yavaş gelişti. Yerleşik halkla muhacirler arasında uzun yıllar süren sessiz bir “biz ve onlar” ayrımı, siyasetin görünmeyen çatlaklarını oluşturdu.
Provokatif Bir Soru: Kimin Vatandaşıyız?
Bugün hâlâ “muhacir nerenin göçmeni?” diye sorarken, aslında şu soruyu da sormuş oluruz: “Biz kimin yurttaşıyız ve kimin ideolojisine aidiz?”
Bir kimliği tanımlamak, onu sınırlamak anlamına da gelir. Muhacir kimliği, bu sınırlara meydan okuyan tarihsel bir hafızadır.
Güç, kimlik ve vatandaşlık arasındaki ilişkiyi anlamak, sadece göç tarihini değil, modern siyasal düzenin temellerini de sorgulamamızı sağlar. Çünkü her göç, bir yeniden doğuş; her muhacir, yeni bir siyasal bilinçtir.
Sonuç: Muhacirlik, Siyasetin Aynasıdır
“Muhacir nerenin göçmeni?” sorusu, sadece tarihsel bir merak değil; bir iktidar analizidir. Bu kavram, devletin vatandaşına nasıl baktığını, kimliği nasıl şekillendirdiğini ve kimlerin dışarıda bırakıldığını anlamamızı sağlar.
Sonuç olarak muhacirlik, siyaset biliminin merkezinde yer alan bir olgudur: güç, aidiyet, ideoloji ve kimlik… Hepsi, göçün sessiz ama derin yankılarında saklıdır.
Etiketler: #muhacir #göç #siyasetbilimi #vatandaşlık #ideoloji #iktidar #toplumsalcinsiyet #kadınvesiyaset #tarihselkimlik